Türkiye'de ekonominin temel taşlarından biri olan aile şirketleri, son yıllarda artan oranlarla iflas ediyor. Görünürde güçlü bağlarla kurulmuş bu yapılar, içeride yaşanan çatışmalar, miras anlaşmazlıkları ve yönetim krizleri nedeniyle kısa sürede çöküşe sürükleniyor. Peki, aile olmak gerçekten bir şirketi ayakta tutmaya yeterli mi?
Araştırmalar, aile şirketlerinin büyük bir kısmının ikinci kuşağa devredilemeden dağıldığını gösteriyor. Bu durum, hem ülke ekonomisi hem de binlerce çalışanın geleceği açısından ciddi riskler doğuruyor.
Güç, Miras ve Kontrol Mücadelesi
Aile şirketlerinin çöküşündeki en büyük etkenlerden biri, şirket yönetiminde yaşanan güç savaşları. Kurucunun ardından gelen kuşaklar arasında yaşanan fikir ayrılıkları, şirket içi hizipleşmeleri beraberinde getiriyor. Özellikle hissedarlar arasında yaşanan miras kavgaları, çoğu zaman işin sürdürülebilirliğini gölgede bırakıyor.
Finansal planlamanın yapılmaması, profesyonel yöneticilere yetki verilmemesi ve aile içi rollerin net tanımlanmaması, bu şirketlerin uzun ömürlü olmasının önündeki en büyük engeller arasında yer alıyor.
Rakamlarla Aile Şirketlerinin Kaderi
Türkiye’de faaliyet gösteren şirketlerin yaklaşık %95’i aile şirketi statüsünde. Ancak bu şirketlerin yalnızca %30’u ikinci kuşağa, sadece %12’si üçüncü kuşağa aktarılabiliyor. Bu veriler, aile şirketlerinin sürdürülebilirlik sorununu gözler önüne seriyor.
Ekonomistler, bu şirketlerin ayakta kalabilmesi için kurumsallaşmanın şart olduğunu vurguluyor. Aksi takdirde, iç dinamikleri tarafından yutulan şirketlerin, dış rekabet karşısında dayanma şansı giderek azalıyor.
Aile Şirketleri Batarken Geride Ne Kalıyor?
Bir aile şirketi battığında yalnızca iş değil, çoğu zaman bir neslin emeği, aile içi ilişkiler ve toplumsal güven de sarsılıyor. İflas eden şirketlerin ardında sessizce kaybolan başarı hikâyeleri, açıklanmayan iç hesaplaşmalar ve bazen kamuoyuna yansımayan büyük ekonomik kayıplar kalıyor.
Bu çöküşlerin her biri, aslında anlatılmamış birer aile dramı barındırıyor.