
YALNIZLIK

İçselleştirdiğim tüm hezeyanların dönüp bana çarpacağını, tastamam şirazemi kaydıracağını bilemezdim. Bazen bu düşünce içine kendimi istekli olarak sokmaya çalışırdım. Fakat hep nasihat boyutunda kalırdı. Sanırım musibete ihtiyacım vardı. Zira bin nasihate yeğdi. Olmazdı, başaramazdım. Ne zaman ki ayan beyan karşımda gördüm, ne zaman ki aynaya baktım ve ayna da bana baktı, o zaman aynaya fiziksel özelliklerim için değil, vicdanımın bir yansımasını görmek için bakmam gerektiğini anladım. Dünya ölüme kadar zaman geçirilen bir çeşit hapishaneydi. Hepimizin ölüme kadar müebbet yediği bir hapishane…
Hiçbir zaman diğerleri gibi olamadım. Olmaya çalıştım mı? Defaatle. Fakat çabam arttıkça onların da istedikleri insanlar olmadıklarını, insan içine çıktıklarında ikinci maskeleri olan, mutlu yüz maskelerini taktıklarını gördüm. Onları kapalı kapılar ardında görmek, yalnız kaldıkları zamanki halet-i ruhiyelerini gözlemlemek zihnimi ziyadesiyle berraklaştırdı. Beyhude bir çaba içerisinde kayboldum. Gün günden kendimi tükettim.
Kendimi önemsemeyi bırakalı çok zaman oldu. Dolayısıyla toplumsal sorunlar karşısında da hissizleştim. Kendini düşünmeyi ve sonrasında kendini önemsemeyi bırakan birey nasıl olurdu da sosyokültürel sorunları düşünebilirdi? Oysa ne çok çabalamıştım insanlara hümanizm namına bir şeyler katabilmek için. Yıllar önce okuduğum bir kitap geldi aklıma. Özerklik ve özgürlük kavramlarının birbirinden farklı şeyler olduğunu, özerkliğin ilk denemelerini bir ila üç yaşları arasında gerçekleştirdiğimizi söylüyordu. Bunu çocukluğunda yapamayan birey, diğer bir deyişle ailesel yahut sosyokültürel nedenlerle -çocukken- bastırılan birey büyüdüğünde karar verememe ya da verilen kararla ilgili şüpheye düşme ve kendini ortaya koymaktan utanma gibi sıkıntılarla karşılaşır ve maalesef bu özerk olamama hali bütün ömrüne sirayet eder diyordu. Ailesinde özerkliği tadamayan çocuğa toplumun bu kavramı öğretmesi ne güçtür ya rab! Bu güçlüğü yenmek için insan nasıl çabalaması gerektiği konusunda epey derin düşüncelere dalıyor. Daldım. Önce aile, sonra yakın çevre ve son olarak toplumun diğer bireyleri... Merkezden çevreye. Zira merkezi halledemezsem temeli sağlam atılmayan bir bina gibi tek darbede yıkılırdı tüm uğraşlarım. Yolumda emin adımlarla ilerliyordum ki bir şeyi unuttum ve unuttuğum bu şey felaketim oldu. Toplumsal normların ülke bireylerindeki müthiş etkisi, "Elalem ne der?" algısı. İşte bunu unutmuştum. Halbuki tüm sosyokültürel sorunları bu temelde şekillendirmek mümkündü. Çünkü bireylerin çocuk yaşta özerkliklerini kazanamamasının nedeni onların ebeveynlerinden kaynaklanıyordu. Bu erki kazanamayan ebeveynler de kendi ebeveynleri yüzünden kazanamamışlardı, gel gelelim kendileri de kazanmak için bir çaba göstermemişlerdi. Belki de ne olduğu hakkında en ufak bir fikirleri yoktu. Görmemişlerdi. Ama sorgulamamışlardı da. Sorunun temeline inerek, o ilk kıvılcımı bulmak gerekiyordu. Ne zaman tüm bu sorunlardan bunalıp, "nasıl geldiyse öyle gitsin" diyecek oluyordum direkt aklıma Nazım ve şu dizeleri geliyordu: “Ben yanmasam/sen yanmasan/biz yanmasak/nasıl/çıkar/karan-/-lıklar/aydın-/-lığa...”
Sahi ben hala yanmamış mıydım? Sıra sen ve bize geçmemiş miydi? Tüm çabalarım beyhude miydi yoksa? Bu ne dayanılmaz bir histir, bana aynada kendimi göstermeyen!
Onulmaz dertlerle kendimi sokağa attım. Sigara içmeliydim. Salt içmek yetmez, dertlerim gibi sigarayı da uç uca eklemeliydim. Tünel'den Galata'ya doğru inerken Şahkulu Camii'nden ikindi ezanının sesi geliyordu. Eylül bir gün sonra Ekim'e evrilecekti. Hava kalplerimizden çok daha karaydı. Lakin o er ya da geç aydınlığa kavuşacak, kalplerimiz ise hep karanlık kalacaktı. Ben bu düşünceyi içimde bir yerlerin onayına sunarken gök birden ve şiddetli bir şekilde haykırdı. Sanırım bana ve düşüncelerime gülüyordu kendine has üslubuyla…
Biz insanlar kendimizi ne çok büyütüyorduk. Her şeyi nasıl da umarsızca kendimize yoruyorduk. Bu düşüncelere dalar dalmaz dinozorlarla ilgili izlediğim bir belgesel geldi aklıma. Günlerden pazardı. Geç kalkmıştım, kahvaltımı ettikten sonra çayımı ve sigaramı alıp televizyonun karşısına geçmiştim. Sahi neden televizyonun karşısına geçmiştim? Ben televizyon izlemezdim. O saçmalıklar turnusolu kutu misafirler eve geldiğinde televizyonu yokmuş demesinler diye annem tarafından süs maksatlı aldırılmamış mıydı bana? Ev alışverişinin son parçasıydı. Şu alışveriş faslı bir bitsin artık da gideyim yatayım diye ses etmemiştim. Biliyordum, laf anlatmaya çalışsam dinletemeyecektim. Ama içimde de dile gelmez bir sıkıntı duymuştum. Kendime ihanet ettiğimi düşünüyordum... Natgeo'yu açtım. Yaklaşık 60 milyon yıl önce Meksika Körfezi'ne düşen bir meteordan bahsediyordu anlatıcı. Bu meteor bilmem kaç bin kilometre etkili olmuş, etrafında canlı varlık bırakmamış, hepsinin ölümüne sebep olmuştu. İşte dinozorların da bu hayat tiyatrosunun sahnesinden emekliye ayrılması bu şekilde olmuştu… Önümdeki sehpadan bir sigara aldım, yanında duran küllüğü de oturduğum koltuğun boş tarafına koydum. Sigarayı dudaklarımın arasında kıstırıp yaktım. Kuvvetli bir nefes çektikten sonra kafamı televizyonun sağındaki duvarda asılı olan, Munch’un “Çığlık” tablosunun reprodüksiyonuna çevirip ünledim: 60 milyon yıl önce mi!? 60 milyon yıl. 60 milyon... Bazen egolarımızın ve yersiz kibirlerimizin yetmiş yıllık bir yaşantı göz önüne alındığında devcileyin olduğunu düşünüyorum. Bunun temel nedeni ise hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamamızdan kaynaklanıyor. O bilinç öyle ya da böyle, bir şekilde çıkıyor beyinlerden.
İşte şimdi Karaköy'deyim. Evden çıktığımda yeni açtığım sigara paketine çakmağım sığıyor artık. Sigara eksildikçe hüznüm çoğalıyor. Karşı kaldırımdan başı kapalı, pardösülü bir kadın geçiyor. Henüz yanımdan geçen iki genç o tarafa bakıp alay ediyorlar, 21. yy.'da olduğumuzdan, hala böyle giyinenlerin varlığından dem vuruyorlar. Biraz sonra aynı kaldırımdan mini etekli genç bir kadın geçiyor. Hemen önümde yürüyen uzun sakallı, şalvarlı, elinde tespih olan amca genç kadına bakıp tövbe çekiyor, gördüğünden rahatsız. Halbuki beş altı adım sonra o genç kadını kaçamak bakışlarla süzüyor ve onun olduğu kaldırıma geçiyor. Soluğunu da hemen arkasında alıyor…
Gün geceye evriliyor, karanlık bir kez daha ürkütüyor aydınlığı. Düşünüyorum. İnsanın maskesini çıkarıp gerçekten insan olduğu zaman dilimi gecedir, diyorum kendi kendime, geceleyin nasıl da yalnız kalıverir insan evinde ve gündüz sohbet ettiği insanlara söyleyemediklerini gece nasıl da acımasızca söyleyiverir kendi kendisine. Ne riyakâr varlık şu insan! Bir sigara yakıyorum. Ürken aydınlığın sırasını savmasını, sunturlu bir küfürle karanlığı uğurlamasını bekliyorum, hiç uyumadan. Ne çok isterdim bu anlamsız düzene hiçbir zaman tanıklık etmemiş olmayı... Dünya dediğin samut küp diyor ya hani şair, doğru söylüyor, binlerce ses var belki ama doğru ses yok; tıpkı akrep ve yelkovanın durmadan ilerlemesi ama asla doğru zamanı göstermemesi gibi. Geçmiş zaman ile gelecek zaman arasında ufak bir çizgi olan şimdiki zaman, geçmişin avuntusu ve geleceğin umuduyla geçiyor. Yalnızlıksa bâki…