"Haberin İşçisi"
İstanbul
Hafif yağmur
16°
Adana
Adıyaman
Afyonkarahisar
Ağrı
Amasya
Ankara
Antalya
Artvin
Aydın
Balıkesir
Bilecik
Bingöl
Bitlis
Bolu
Burdur
Bursa
Çanakkale
Çankırı
Çorum
Denizli
Diyarbakır
Edirne
Elazığ
Erzincan
Erzurum
Eskişehir
Gaziantep
Giresun
Gümüşhane
Hakkari
Hatay
Isparta
Mersin
İstanbul
İzmir
Kars
Kastamonu
Kayseri
Kırklareli
Kırşehir
Kocaeli
Konya
Kütahya
Malatya
Manisa
Kahramanmaraş
Mardin
Muğla
Muş
Nevşehir
Niğde
Ordu
Rize
Sakarya
Samsun
Siirt
Sinop
Sivas
Tekirdağ
Tokat
Trabzon
Tunceli
Şanlıurfa
Uşak
Van
Yozgat
Zonguldak
Aksaray
Bayburt
Karaman
Kırıkkale
Batman
Şırnak
Bartın
Ardahan
Iğdır
Yalova
Karabük
Kilis
Osmaniye
Düzce
38,0278 %0
41,1642 %-0.17
3.772,73 % 0,13
3.162.377 %-0.983

BEKLENMEYEN

YAYINLAMA:
BEKLENMEYEN

                    Gece nöbetini gündüze devretti vukuatsız. Işık bir kez daha ürküttü karanlığı. Uyandı. Bir sigara yaktı. Bugün birkaç hafta önce çıkan kitabının imza günü için 8:00 uçağıyla İzmir’e gidecek, oradan da etkinliğin gerçekleşeceği Çeşme’ye geçecekti. “Acaba bugün ilk iki kitabımı imzalatmaya gelirler mi?” diye düşündü, bu soruyu farklı zamanlarda yüzlerce, belki binlerce kez sormuştu kendisine. Bu zamana kadar kimse ilk iki kitabını imzalatmaya gelmemişti.

                    Uçağı İzmir’e indi. Valizini alıp havalimanının kapısına çıktı ve bir sigara yaktı. Dışarıda kavurucu temmuz sıcağı hüküm sürüyordu. Bunaltıcı sıcağa daha fazla dayanamayıp sigarasını henüz yarıdayken çöpe doğru fırlattı. İlk gördüğü taksiye bindi ve şoföre konaklayacağı otelin ismini söyledi. Yaklaşık bir saat süren yolculuğun ardından otele vardı. Odasına yerleştikten sonra yol yorgunluğunu üzerinden atmak için kısa bir süre kestirdi. Uyandıktan sonra üzerine plaj kıyafetlerini giyerek sahile doğru seğirtti. İmza gününün başlamasına yaklaşık dört saat daha vardı. İki saat kadar yüzdükten sonra otele döndü. Serinlemek için buz gibi soğuk suyla duş aldı. Üstüne rahat bir şeyler giyip valizinden Şirazi’nin Hafız’ın Divanı adlı şiir kitabını çıkardı. Deniz manzaralı pencerenin önündeki berjer koltuğa oturup bir sigara yaktı ve kitabın rastgele bir sayfasını açıp okudu. Büyük Doğu şairi, “Ey akıllı kişi, sonu pişmanlık olacak bir iş işleme!” diyordu.

                    Vakit gelmişti. İmza gününün gerçekleşeceği kitabevine doğru ağır aksak adımlarla ilerliyordu. Kitabevinin kapısının önüne geldiğinde kapıda mahşeri bir kalabalığın kendisini beklediğini gördü. Yüzünde en ufak bir şaşkınlık belirtisi yoktu. Her gittiği şehirde üç aşağı beş yukarı aynı manzara ile karşılaştığından bu yoğun sevgi seline alışmıştı. Kitabevinin arka kapısından içeri girdi. İşletme müdürünün odasına geçip isminin anons edilmesini bekledi. İsmi anons edildi. Alkışlara sağ elini kalbinin üzerine götürüp karşılık verdi ve masasına oturdu. İmza günü başladı. Gözleri kitaplarını imzalatmaya gelen insanların ellerindeki kitaplardaydı. “Acaba bugün şeytanın bacağını kırabilecek miyim?” diye düşündü, içindeki umudu diri tutmaya çalışarak. İnsanlar sırayla kitaplarını imzalatıp fotoğraf çektiriyorlardı. İki saatin sonunda umutlarının yeşermediğini görünce, “Umut ve arzular, yallah bir sonraki etkinliğe” diye ünleyiverdi içinden. Handiyse dudaklarından dışarı taşacaktı kelimeler. O sırada gözlerini sırada bekleyen insanların yüzlerinde gezdirdi. Gözleri sıranın ortalarında bekleyen bir kadına takıldı. “Bu kadının siması bana hiç yabancı gelmiyor” diye düşündü. Unutuş evresini yıllar önce tamamlamış olan hafızası hatırlama evresinde işgüzarlık yapıyor, siması yabancı gelmeyen bu kadını nereden hatırladığı konusunda ona yardımcı olmuyordu. Sıra kadına gelene kadar onu nereden tanıyor olabileceğini düşündü. Olmuyordu, bir türlü hatırlayamıyordu. Şimdi, imza sırasının en önünde siması yabancı gelmeyen kadın vardı. Kadın masanın önüne gelip selam verdi ve imzalaması için iki kitap uzattı. Kitapları kadının elinden aldı. Kalbi bir taşikardi hastasının kalbi gibi hızlı hızlı atmaya başladı. Sakinleşmek için derin bir nefes aldı. Güldü. Yıllardır ilk defa bu kadar içten gülüyordu. İçinden, “O gün bugünmüş” dedi. Şaşkınlığını üzerinden atıp gözlerini kadının gözlerine dikti ve

                    “Sizi tanıyor muyum?” diye sordu.

                    “Tanıyorsun.” dedi kadın, çantasının içinden çıkardığı ikiye katlanmış kâğıdı ona doğru uzatırken. “Yaklaşık yirmi sene önce seninle burada tanışmıştık, sen idealist bir üniversite öğrencisiydin o zamanlar.” diye devam etti sözlerine kadın alaycı bir ses tonuyla.

                    Kadın başka hiçbir şey söylemeden, arkasına bakmadan kalabalıktan taşan mekânın kapısına doğru yürüdü. Kadrajından çıkana kadar kadını süzdü. Hayal meyal hatırlıyordu şimdi onu. Kadını daha net hatırlayabilmek için tuvalete gitme bahanesiyle etkinliğine ara verdi. Mekânın arka kapısından çıkıp bir sigara yaktı. Düşündükçe kadının hatıralarındaki aksi berraklaşıyordu. Yıllar önce, üniversite öğrencisiyken çantasını ve çadırını sırtına alıp Çeşme’ye geldiği gün plajda tanışmışlardı. Şezlonga uzanmış bir yandan sigara içiyor bir yandan kitap okuyordu. Kadın çakmak istemek için yanına gelmiş, okuduğu kitabı görünce kitapla ilgili birkaç şey sormuştu. Sonra konu dallanıp budaklanmış, saatlerce edebiyat, felsefe, sanat ve hayat üzerine sohbet etmişlerdi. Sigarasından son nefesini çekip izmariti çöpe doğru fırlattı. Kadının verdiği kâğıdı cebinden çıkardı ve okudu: “Geçmişi yâd etmek istersen… 05...”

                     Geçmişi yâd etmek istiyordu. İnsan aynı dili konuştuğu insanlarla aradan yıllar da geçse konuşmak isterdi. Bu bir çeşit sıla özlemi gibi bir şeydi. “Onu arayacağım. Ama önce ödevimi bitirmeliyim.” diye düşündü. Hatıralarından sıyrılıp tekrardan içeri girdi. Etkinlik yaklaşık iki saat kadar daha devam etti. İmza sırasında bekleyen son hayranını da tatmin ettikten sonra mekânı düşünceler eşliğinde terk etti.

                    Otele vardığında saat sekize geliyordu. Uzun ve yorucu bir gün olmuştu. Sabahtan beri sadece çay ve sigara içmiş, yemek yememişti. Resepsiyonu arayıp yemek sipariş etti. Yemeğini yedikten sonra deniz manzaralı pencerenin önündeki berjer koltuğa yayıldı, boynu bükük lambaların aydınlattığı sahili izlerken yemek üstü sigarası yaktı, sabahı ayrı akşamı ayrı güzel Çeşme'nin, diye düşündü. Şimdi ise özlemle beklediği günü hiç beklemediği bir anda karşısına çıkarıveren eski dostunu düşünüyordu. Ama düşünmek yetmezdi, onu canlı kanlı görmeli, onunla konuşmalıydı. Telefonunu eline alıp cebinden çıkarttığı kâğıtta yazan numarayı tuşladı. Bir saat sonra marinadaki Bonjour adlı kafede buluşmak üzere sözleştiler.

                    “Merhaba, oturabilir miyim?” dedi kadın.

                    “Canıma bir merhaba sundu ezelden çeşm-i yâr/Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim.” diye düşünüp,

                    “Merhaba, tabii ki oturabilirsin.“ dedi, gözleriyle karşısındaki boş sandalyeyi işaret ederken.

                    “Namı yurdun dört bir yanına yayılan meşhur yazarımızın keyfi yerindedir umarım.” dedi kadın alaycı bir tonda. “Görüşmeyeli yıllar oldu, ne yapar ne edersin?”

                    “Düşünüyorum ve yazıyorum. O kadar.” dedikten sonra garsonun oturdukları masaya doğru yaklaştığını görüp misafirine “Ne içersin?” diye sordu.

                    “Şekersiz bir Türk kahvesi alırım.” dedi kadın.

                    Garsona, “Bize iki şekersiz Türk kahvesi.” dedikten sonra kadına dönüp, “Seni sormalı? Neler yapıyorsun?” dedi.

                    “Yaklaşık on beş yıldır Avusturya’da yaşıyorum.” dedi kadın, “Viyana’da piyano eğitmenliği yapıyorum. Ara ara da vakti zamanında Thomas Bernhard’ın müdavimi olduğu Cafe Bräunerhof’ta mini konserler veriyorum.”

                    “Seni yılların eskitemediği kuyruklu bir Bösendorfer’in başında Schubert’in 20 No.’lu Sonat’ını çalıyorken görmek isterdim doğrusu.” dedi tebessüm etmeye çalışarak. “Hangi rüzgâr attı seni buraya?”

                    “Burada babamdan kalma bir yazlığım var. Her yaz birkaç haftalığına da olsa gelmeye çalışıyorum Çeşme’ye. Normalde bu sabah dönecektim Viyana’ya fakat marinada gezerken senin imza günü afişini görünce dönüşümü erteleyip seninle konuşmak istedim.” dedi kadın. Biraz düşündükten sonra sözlerine devam etti: “Yirmi yıl önce konuştuğumuz şeyleri hatırlıyor musun?” Buluşmak istemesinin sebebini bir an önce aşikâr etmek ister gibi bir hali vardı.

                    Kahveler gelmişti. Kahvesinden esaslı bir yudum aldıktan sonra, “Hayal meyal.” dedi. “Nasıl tanıştığımızı net olarak hatırlıyorum ama.”

                    “Plajın kuytu köşesine geçmiş sigara eşliğinde Thomas Bernhard’ın Eski Ustalar’ını okuyordun. Çakmak istemek için yanına gelmiştim. Geliş o geliş, saatlerce sohbet etmiştik.” dedi kadın.

                    “Tintoretto’nun Viyana Sanat Tarihi Müzesi’nin Bordone Salonu’nda yer alan meşhur Beyaz Sakallı Adam tablosu… ve tablonun karşısındaki meşhur kadife bank… Ne muhteşem bir kitaptı!” dedi.

                    “Bernhard’ın en muhteşem eseri.” dedi kadın kendinden emin bir tonda. “Ama ben asıl o gün sabahtan akşama kadar konuştuklarımızı hatırlayıp hatırlamadığını merak ediyorum, nasıl tanıştığımızı değil. Özellikle edebiyat hakkında konuştuklarımızı…”

                    “Saatlerce konuştuğumuzu hatırlıyorum ama detayları net olarak hatırlayamıyorum maalesef.” dedi.

                    “Hatırlamana yardımcı olayım istersen. Proust, Celine, Joyce, Goethe, Hesse, Pessoa, Breton, Bernhard, Dostoyevski, Lermontov, Gogol, Gonçarov, Kafka, Camus, Walser, Dumas, Pavese, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Tanpınar ve daha niceleri…” dedi kadın sitemkâr bir ses tonuyla.

                    “Evet, şimdi biraz düşününce bu yazarları ve eserlerini merkeze alıp fikir teatisinde bulunduğumuzu hatırlar gibi oldum.” dedi kuşkulu bir tavırla. Konunun nereye varacağını merak ediyordu.

                    “Muhtemelen neden geçmiş zaman hakkında soru sorduğumu, geçmişi neden didiklediğimi merak ediyorsun. Birazdan anlayacaksın.” dedi kadın. Söyleyeceklerini nasıl söylemesi gerektiğini düşünür gibi bir müddet uzaklara baktıktan sonra konuşmaya devam etti: “Bugün bulunduğun konumdan memnun musun? Yaptığın işi, yazmak eyleminden bahsediyorum, severek mi yapıyorsun?”

                     Afallamıştı. Nereden çıkmıştı şimdi bu sorular? Uzun zamandır kendine sormakta zorlandığı, şeytanın bacağını kırıp sorduğunda ise kaçamak cevaplar vererek geçiştirdiği iki belalı soruyla karşı karşıyaydı.

                    “Çok zor sorular soruyorsun. Ha diye cevap verebileceğim şeyler değil bunlar.” dedi konunun kapanmasını arzu ederek.

                    “Ben sorduğum sorulara senin yerine cevap vereyim istersen.” dedi kadın, yüzünde ifade namına hiçbir şey yoktu. “Ne bulunduğun konumdan memnunsun. Ne de yaptığın işi severek yapıyorsun.”

                     Masa derin bir sessizliğe büründü.

                    “Bu cüreti nereden buluyor? Önce haddi olmayan sorular sordu, sonra haddi olmayarak sorduğu soruları yine haddi olmayarak kendi cevapladı. Ama cüretkâr olması haksız olduğu anlamına gelmiyor, bilakis, haklı. Mutlu değilim. Bunca zaman kendimden, düşüncelerimden kaçmadım mı? Kendime, söylemlerime ihanet etmedim mi? Üstelik yaptığım işi severek yapmayıp çıkar için yaparak edebiyata da ihanet ediyorum. Oysa bu işe başladığım ilk yıllarda ne kadar idealisttim ben! O da böyle söyledi biraz önce! Bulunduğum ortamlarda edebiyat tüccarlığı yapanlara ağzıma ne gelirse söylüyordum. Onları hakir görüyordum. Peki ne oldu da doğru bildiğim yoldan şaşıp hakir gördüğüm insanlardan biri oluverdim? Edebi değeri olan eserler yaratabilmek için gecemi gündüzüme kattım. Sabahlara kadar araştırmalar, okumalar, gözlemler yaptım. On senede sadece iki kitap yazabildim. İkisi de ikinci baskıyı göremedi. Ben de tüm bildiklerimi unutup nabza göre şerbet vermeye başladım. Öyle mi? Evet! Beni buna toplum zorladı! Anlamayarak, değersizi baş tacı yaparak… Evet, kendime ihanet ettim. Evet, edebiyata da ihanet ettim. ‘Tıp karım, edebiyat metresimdir’ diyen Çehov geliyor şimdi aklıma. Benim metresim de edebiyattı. Ya karım, karılarım? Şan, şöhret ve paraydı benim karılarım. Beni toplum edebiyat tüccarı yaptı! Yazık, ben de dünden razıymışım aşağılık bir insan olmaya! Ben onların tüketim anlayışında bir dişli olabilmek için bu hale geldim. Ruhumu şan, şöhret ve para için şeytana sattım. Faust en azından aşk için yapmıştı bunu... İdeallerimi gerçekleştirebilmek için yalnızca on sene direnebildim. Sonraki on yıllık süreçte on kitabım yayımlandı. Hepsi de çok satanlar listesinin müdavimi oldular. Şöhreti bu aşağılık, içerik yoksunu, beş para etmez kitaplar getirdi bana. Beni ve eserlerimi yakından takip eden binlerce insan var. Hiçbiri bir gün olsun ilk iki kitabımı imzalatmak için gelmedi yanıma. Ta ki karşımda oturan bu kadına kadar! Bu kadın yıllar sonra bir ilki yaşattı bana. İdealist bir edebiyat neferi olduğum yılları getirdi aklıma. O yüzden bugün bana istediğini söyleyebilir, haddi olmayan sorular sorabilir, beni örseleyebilir. Bunca zaman sonra bana bu zevki yaşattığı için her şeye hakkı var.” diye düşündü. Düşündüklerini özetleyerek,

                    “Haklısın. Bulunduğum konumdan memnun değilim. İşimi de severek yapmıyorum.” dedi.

                    “Nereye kadar bu şekilde yaşamaya, salt satsın diye yazmaya devam edeceksin?” dedi kadın hesap soran bir tavırla.

                    “Bilmiyorum. Ne yalan söyleyeyim bu konuyu düşünmüyorum da. İmza gününe getirdiğin o iki kitabı yazabilmek için on sene gecemi gündüzüme katarak çalıştım. Ne gördüm onca emeğimin karşılığında? İkisi de ikinci baskıyı göremeden tarihin tozlu raflarında yerlerini aldılar. Kitaplarını bana imzalatabilmek için yıllardır her imza gününde saatlerce sıra bekliyor insanlar. Binlerce kitap imzaladım. Bugüne kadar ilk iki kitabımı imzalatmaya kaç kişi geldi dersin? Muhtemelen sen olmasan hiçbir zaman bu şerefe nail olamayacaktım. Oysa her imza günü sabahı bunun heyecanı ile uyanıyorum ben, acaba bugün ikisinden birini imzalayabilecek miyim diye soruyorum kendime. Bir yerlerde hâlâ okunduklarına inanmak istiyorum... Sana bir şey itiraf edeyim mi? İnsanların kitaplarını imzalamak, onlarla fotoğraf çektirmek, mutlu olmalarına vesile olmak umurumda değil. Çıkar ilişkisi olarak görüyorum ben onlarla aramdaki ilişkiyi. Onlar beni kullanıyorlar, ben de onları kullanıyorum. Onlar edebi değeri olmayan, içerik olarak beş para etmeyecek kitaplarımı okuyup onlardan zevk alarak beni kullanıyorlar, ben de bu rezil kitapları onlara satarak rahat bir hayat uğruna onları kullanıyorum. Senin anlayacağın, her ne kadar kazandığım şan ve şöhretin mimarları da olsalar, böyle rezil kitaplara ve o rezil kitapların yazarlarına verdikleri değer yüzünden hiçbirinin en ufak bir değeri yok gözümde.” dedi duygudan yoksun bir ses tonuyla.

                    “Ya hayallerin, onlara ne oldu peki? Mesela, Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’si gibi ölümsüz bir eser yazma hayaline ne oldu?” dedi kadın, şaşırdığı her halinden belliydi.

                    “Şimdilik rafa kalktı. Belki hiçbir zaman…” cümlesinin devamını getiremedi. Yutkundu. Gözlerini kadının gözlerinden kaçırdı. Marinadaki irili ufaklı tekneleri süzdü. Derin bir nefes aldıktan sonra:                                   “Hayallerime gelince… Hayal kurmayı bıraktım. Yaklaşık on senedir hayal kurmuyorum, anı yaşıyorum.” dedi.

                    “Oysa ilk senden duymuştum ben şu iki dizeyi: Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar!... İnsan, âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar.” dedi kadın.

                    “Yahya Kemal…” diyerek doğruladı kadını derin bir iç geçirişle.

                    Henüz idealist bir delikanlı iken tanıştığı ve yıllar sonra tesadüf eseri yine aynı şehirde karşılaştığı bu kadına içini açtıktan sonra tuhaf bir rahatlama hissetti. Yıllardır kimsenin karşısında çıkaramadığı maskesini bugün bu kadın karşısında çıkarmıştı.

                    “Ne düşünüyorsun?” dedi kadın, sorduğu sorunun cevabını içtenlikle merak ettiği ses tonundan anlaşılıyordu.

                    “Hayatımı düşünüyorum. Nasıl bu kadar gamsız olabildiğimi düşünüyorum. Diğer taraftan bulunduğum konumun getirilerini düşünüyorum. Manevi yanım nasıl bu kadar riyakâr olabildin diyorken, maddi yanım riyakâr olmayıp da ne yapacaktın, satmayan kitapların yasını tutup, onların yanlarına satmayacak yeni kitaplar mı ekleyecektin diyor. Hayatım senaristliğini ve yönetmenliğini David Lynch’in yaptığı bir film sanki. Bir sonraki sahneyi asla tahmin edemediğim gibi geçen sahnelerin muhakemesini yapmakta da zorlanıyorum. Zorlandığım için de içinde bulunulan anın büyüsünü kaybetmemek adına düşünmekten vazgeçip filmi akışına bırakıyorum. Akışın lehime olmadığının bilincindeyim. Ama bu bilinç, akışı değiştirmek için çabalamam konusunda itici bir güç olmayı başaramıyor. İçimdeki edebiyat tüccarı çetin ceviz. Şan, şöhret ve rahat yaşantı söylemleriyle kanıma giriyor. Bir de serde alışmışlık olunca… Bilirsin, insan kolay kolay vazgeçemez alıştığı şeylerden.”

                    “Anlıyorum” dedi kadın bir psikolog edasıyla. Biraz düşündükten sonra sözlerine devam etti: “Menfaat uğruna bildiğimiz tüm değer yargıları unutup, aslında olmadığımız bir insana dönüşmemiz doğru mu sence?”

                    “Değil. Ama bir şeyin doğru olmaması onu yapmayacağımız anlamına gelmiyor. Hangimiz hayatının her evresini mutlak doğrular kümesine bağlı kalarak yaşıyor ki? Kaldı ki ben doğrunun da eğrinin de insanın içinde olduğuna, fırsatını bulduğunda insanın ikisini de lehine kullanacağına inanıyorum. Doğru olduğunda haksızlığa uğradığını düşünüyorsan doğru olmak bir zaman sonra senin için bir anlam ifade etmez. Eğri olmak için ekstra bir çaba göstermezsin belki ama doğru kalmak için de bir çaba göstermezsin. Doğru olmak da eğri olmak da umurunda olmaz artık… Yıllar önce seninle sohbet eden idealist üniversite öğrencisiyle şu an karşında oturan menfaat düşkünü arasındaki tek fark ne biliyor musun? Yazma eylemi. Bir zamanlar tutkum olan yazma eylemi artık yapmak zorunda olduğum bir iş. O kadar. Kendi inime çekildiğimde son on yılda yazdığım türden rezalet kitaplar okuduğumu mu sanıyorsun? Ticari kaygı güdülerek yazılmış kitapları değil okumak, kapımdan içeri sokmam. Son on yılda yazdığım kitapların hiçbirinin tek bir nüshası bile yok elimde. Bu denli değersiz ‘şey’leri Proust’un, Joyce’un, Dostoyevski’nin, Goethe’nin, Camus’nün, Hesse’nin, Kafka’nın ve daha nicelerinin şaheserleriyle yan yana koyacak kadar hadsiz değilim.” diye yanıtladı kadının sorusunu.

                    Kahveler derin bir kasvetin esaretinde bitmişti. Elini kaldırıp garsonu yanına çağırdı. Kadına dönüp, “Birer tane daha içer miyiz?” dedi. Kadın:

                    “Bir tane daha içerim, sonra kalkmam gerekecek. Yarın sabah İstanbul’a gideceğim.” dedi tebessüm ederek.

                    Yanlarına gelen garsona, “Bize iki şekersiz Türk kahvesi lütfen.” dedi. Kadına dönüp, “Velhasıl, histen yoksun bir şekilde sürdürüyorum yaşantımı. Dünyalığını yapmışsındır bu zamana kadar, neden hala devam ediyorsun böyle saçma sapan kitaplar yazmaya diye sorabilirsin. Bu soruyu bazen ben de soruyorum kendime, ne olması lazım tekrar özüne dönmen için diyorum kendi kendime. Ama işin içinden çıkamıyorum. Bilmem, belki de ilk zamanlarımda olduğu gibi okunmamaktan korkuyorumdur. Şan, şöhret ve güç o kadar işlemiş ki hücrelerime, onlarsız bir hayat nasıl olur düşünemiyorum.” dedi ve sustu. Yaşadığı hayatın ağırlığı altında eziliyormuş gibi bir hali vardı. Yaklaşık bir dakika kadar masa örtüsünün desenlerini inceledikten sonra gözlerini kendisini can kulağıyla dinleyen kadının gözlerine dikip, “Gözyaşlarıyla ıslanan bir parmağımla huzura dokunmak isterdim.” dedi. Kadın:

                    “Breton, Nadja. Güzel seçim.” dedi tebessüm ederek.

                    Saat gece on ikiye geliyordu. Kadını yarım saat önce uğurlamış, masada yalnız kalmıştı. “Ne tuhaf bir gün,” diye düşündü sigarasını içerken, “bir kadın birkaç saat arayla hem cenneti hem cehennemi gösterdi bana.” Garsonu çağırıp hesabı istedi. Hesabı ödedikten sonra yerinden kalkıp ağır aksak adımlarla konakladığı otele doğru yürüdü. Birkaç saat sonra Çeşme macerası sona erecekti. Otele vardı. Cebinden kaldığı odanın anahtarını çıkardı ve odanın kapısını açıp içeri girdi. Pencerenin önündeki berjer koltuğa oturup bir sigara yaktı. Gözleri masanın üstündeki kitaba takıldı. Tebessüm etti ve

                    “Ey akıllı kişi, sonu pişmanlık olacak bir iş işleme!” dedi.

Yorumlar
* Bu içerik ile ilgili yorum yok, ilk yorumu siz yazın, tartışalım *